1945 Öncesi Türk Diplomasi Tarihi
Türk diplomasisi, savaş dönemlerinde uluslararası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. Bu yazı, 1945'ten önceki Türk dış politikasını detaylı bir şekilde inceliyor.
Diplomasi Teorisine Katkıda Bulunanlar
Diplomasi aslında üzerinde pek parmak izi bulunmayan bir alandır. Üzerine yazılıp çizilmişliğinin az olması bir yandan bu alan hakkında yazıp çizmek isteyenlerin gözünü korkutup bir yandan da bu alanın diğer alanların sanki bir yandaşıymış gibi gözükmesine neden oluyor. Diplomasi dış politikaya hapsedilmiş bir şekilde yıllarca onun bir alt ürünü olarak resmedilmiştir. İkisi de birbirinden ayrı vücut bulamaz fakat saptadıkları unsurlar farklılık göstermektedir. Diplomasinin en nihai amacı dış politikada ortaya çıkan olumsuzlukları, sorunları barışçıl yollarla çözmektir.
Geçmişten günümüze kadar devletlerarası ilişkileri kimi zaman apaçık kimi zaman mahremiyetini kolladığı bir alan olarak görürüz. Bu ilişkilerin yürütülmesinde rol oynayanların da bu alana ilişkin çok fazla kaynak sunmamasını yadırgamamak gerekir. Çünkü çok iyi giden bir durumdayken her şey bir anda tersine dönebilir. Bu yüzden bu işi yapabilmek bir sanattır. Hatta Ernest Satow diplomasiyi resmi ilişkilere zekâ ve taktik uygulaması olarak görür. Çünkü diplomat ülkesini hiç tanımadığı bir memlekette savunur. Eğer işler iyi gitmezse orada hem ona yardım edecek kimse yoktur hem de yurduna geri döndüğünde onu bekleyen tehlikelerin farkındadır. Tüm bunları diplomatların günlük ve seyahatnamelerine yazdıkları yazılardan çıkartabiliriz. Dış politikadaki olumsuzlukları çözerken bazen kendi çıkarından bile feragat etmek gerekebilir. Diplomatın orada ne yapacağını gelecek söze ne cevap vereceğini bilmesi gerekir. Edmund Burke’in de dediği gibi diplomasi maharet ve yetenektir.
Doğuşu geçmişe dayansa da şu anda bildiğimiz diplomasi temelleri 15. yüzyıl Avrupa’sında atılmış ve hala gelişmeye devam etmektedir. Çünkü ilişki dediğimiz şey canlıdır ve canlılığı da sürekli olarak iletişimle sağlanabilir. Gelişen düşünce yapısı ve bilim sayesinde modern devletlerin birbiriyle ilişki kurması artık hem daha kolaylaşmış hem de alanında birçok yenilik sağlamıştır. Gelişmenin başlarında çıkan bilgilerin daha çok hukukçular ışığında olması diplomasinin somut görevleriyle ilgilenilmesine sebep olmuştur. İmparatorluklar döneminde hükümdarın makamının bir yansıması olarak görülen büyükelçi kavramı bu araştırmaların başını çekmektedir. Daha sonralarında bu araştırmalar büyükelçinin görevlerine, statüsünün hangi konumda olduğuna, diplomatların yabancı hükümetlere verdikleri sözleri daima tutmak zorunda olup olmadıklarına doğru evrimleşerek çeşitlenmiştir. Soruların altında yatan belli başlı temel unsurlar vardır. Diplomasinin ahlaki boyutu, etikliği, profesyonelliği gibi.
Ahlak ile ilgili görüşlerini belirten ve yazdığı ‘Söylemler ve Prens’ kitabından çok iyi tanıdığımız biri vardır ki Niccolo Machiavelli bu konu üzerinde detaylı açıklamaları vardır. Machiavelli Eski Yunan’dan gelen fikirleri kendi zamanına uyarladı ve bu fikirleri siyasi pratik için bir tavsiye olarak kullandı. Machiavelli devletlerin her zaman birbirleriyle rekabet ettiği için asla nihai bir çözüme ulaşılamayacağını, her çözüm ve uzlaşının başka bir çatışma hazırlığı olduğunu söyleyerek siyasetin ahlakla ilişkisini keser. Bu durumdan çatışmaların çıkarlar farklı olduğunda değil iki güç aynı şeyi istediğinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. “Savaş bir prensin tek işi olmalıdır” diye belirten Machiavelli, siyasetin tek hedefinin güç ve yetki edinmek ve bunu korumak olduğunu belirtir. Ve bunu yaparken hesaplı olunmalı önüne çıkabilecek her şeye hazır-cevap olabilecek bir durumda olunmalıdır. Bu görevi üstlenen diplomatlar gözüktüğü gibi evrensel barışı temsil eden veya zeytin dalı taşıyan bir güvercini temsil etmemektedir. Karşı tarafı etkileme sanatını becerdikten sonra ve padişahın yüceliğini kat kat artırdıktan sonra geriye yapılacak şey bir şey yoktur. O yüzden onlar birer saygıdeğer tembeldir.
Francesco Guicciardini deneyimini eline genç yaşlarda almış diplomasiye katkıları olan bir kişiliktir. Hem büyükelçilik hem valilik yaparak sürekli bu tarz şahsiyetlerle bir arada bulunması onu bu konuda daha da uzmanlaştırmıştır. 16. Yüzyılın sahip olduğu ve çoğu diplomatın savunduğu ‘güç’ unsurunun yerine Guicciardini devletlerarası ilişkileri ve bu değerin ölçütünü prensin gönderdiği elçi ile yaparak farklı noktaya dokunmuştur. Bu açıdan Guicciardini diplomasiye daha ılımlı ve ihtiyatlı yaklaşmaktadır. Bir ülkeyi yönetmek, stratejiler belirlemek, halkına bakmak kadar dış ilişkileri yürütmek de padişahın işidir. Ayrıca bir hükümdar ile yönetilen devletin en kudretlisi yine hükümdardır. Bu yüzden devlet ilişkilerini temsil etmeye yollanacak kişinin de en az padişah kadar akıllı, profesyonel, iyi eğitimli olmalıdır. Ayrıca önem verdiği konulardan birisi müzakereler konusudur. Devletlerarası müzakereler gizli yapılmalıdır ve ‘uygun mevsim’ beklenmelidir. Uygun olmayan bir dönemde yapılacak müzakerelerin sonu da uygunsuz olacaktır. Uygun mevsimde yapılan müzakereler ile sonuca ulaşmak her zaman daha muhtemeldir ve varılan anlaşmalar ile arada sağlanan güven çok önemlidir. Varılan bir anlaşmanın bozulması nerdeyse istinasız olmalıdır.
Bir diğer katkıda bulunan isim Hugo Grotius’dur. Otuz Yıl Savaşları sırasında yaşayan, uluslararası hukuk ve modern uluslararası hukukun babası sayılan Hollandalı avukattır kendisi. Otuz Yıl Savaşları sırasında Hugo, uluslararası çatışmalardan kaynaklanan kayıpların sayısını azaltmak için devletlerarası ilişkilerin belirli kural ve normlarını oluşturmayı önererek uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümünü önerdi. Çıkarları farklı olmasından dolayı devletlerarası savaşlar kaçınılmaz olsa da taraflar arası müzakerelerle bazen kendi çıkarından menfaat ile çözüm bulunabilir. Oluşturulacak kuralların insan doğasının vahşiliğine göre değil, belirli hukuka göre yönetilmesini savunuyordu. Doğal hukuk, uluslararası toplum gibi kavramlar oluşturmuştur.
Diplomasi Sanatı adlı eseriyle tanınan François De Callieres müzakere sanatının gizli diplomasi yöntemiyle yapılabileceğini savunmaktadır. Diplomasinin merkezine Avrupa’yı koyan Callieres Dokuz Yıl Savaşları’nda Hollandalılarla kısa süreli de olsa bir barışa götüren müzakerelerin başarısını gizliliğe bağlamaktadır. Devletlerarası uyuşmazlıklar barışçıl yollarla çözülmeli ve bu yapılırken izlenen yol medeni kurallara uygun olmalıdır. Bu durumda bilginin elzemliği ortaya çıkmaktadır. Bilgi edinimi ile işler ancak yürüyebilir ve medeni bir şekilde ihtiyatlı dikkatli davranmanın kökeni bilgiye dayanmaktadır. Bilgi sahibi olan insan nerede nasıl davranacağını bilen insandır. Bunun için ise diplomat olacak kişinin iyi eğitim almış bir kişi olarak kendi statüsünü ayrı bir meslek olarak etkinliğiyle kabul ettirmelidir. Böylece mevcut düzen sağlıklı bir şekilde yürütülebilecektir.
Gerçekçi teori mensubu olan Henry Kissinger bu alanda en fazla parmak izine sahip kişidir diyebiliriz. Çalışmaları hala evrensel boyutta incelenmekte ve yol gösterici olarak kullanılmaktadır. Elbette fikirlerine karşı çıkılan bir kesim de vardır. Eğer sosyal bir olayın içindeyseniz karşıt fikirler elbette çıkacaktır. Önemli olan öğretileri alıp geleceğe aktarabilmektir. Bir Yahudi ailesinde 1923 yılında doğan Kissinger, birçok ideolojiye maruz kalmış, birçok ülkede bulunmuştur. Fikirlerinin gelişmesinde bunların rol oynaması kaçınılmazdır. Politikanın farkı alanında da incelemeler yapmış ‘Nükleer Silahlar ve Dış Politika’ eserini nükleer politika üzerine yaptığı çalışmalar sonucu çıkarmıştır. Önemli mevkilerde iletişim kurmuş ve hatta bunu devam ettirmiştir. Örneğin Beyaz Saray’da Milli Güvenlik Konseyi’nde başkanlık etmiştir. Ayrıca 1973’te ABD’nin ilk ABD doğumlu olmayan Yahudi kökenli Dışişleri Bakanı olmuştur. Devletlerle çok fazlı ilişkiler kurmuş ve hayati adımlar atmaktan çekinmemiştir. ‘Güç Korkusu’ kitabında fikir hayatının kilit noktalarından bahsederek geldiği son noktayı koymuş ve tüm ilgililere bir el kitabı bırakmıştır.
Bugünümüzün gelişmesine katkı sağlayan şey naçizane geçmiştir. Geçmişten dersler alınarak, tecrübeler edinerek bugünlerin daha iyi olması için çalışır insanlık. Kissinger’da tam da böyle düşünmektedir. Bugünü oluşturan şey geçmiştir ve bu yüzden de politikayı oluşturan şey de geçmiş edinimlerdir. Tarihi olayların tekrarı yoktur fakat inceleyerek çıkarım yapacak çok fazla noktası vardır. Bu olaylar birikerek tarihsel sürece katkı sağlar ve her politik seçimin arkasında devasa büyüklükte bir geçmiş birikimi vardır. Bununla birlikte elbette tarihin durağan olduğu düşünülemez. Tarih sürekli bir değişime tabiidir. O yüzden politik, diplomatik olaylar da gün içinde, zaman içinde değişime uğrayarak yolculuğuna devam etmektedir. Kissinger’a göre bir devlet adamın ilgisi gerçeklik olmalı böylece geçmişin ve içinde bulunulan durumun zorluğundan kurtulup isabetli bir sezgiyle çıkar yol bulabilecektir. Devletlerarası ilişkileri sadece devlet adamları ve diplomatlarla sınırlamayan Kissinger, halkı da bu ilişkiye davet eder ve onun onayının alınmasını önemli görür. Çünkü bir devlet halkı olduğu sürece devlettir. Tabii bunların halka gelmeden önce kendi içindeki mekanizmalarda meşrulaştırılarak halka sunulmalıdır. Devlet adamının görevleri sadece bununla da sınırlı kalmaz. Halkla birlikte kendi mekanizmasını da eğitmelidir. Bir elin nesi var iki elin sesi var mantığıyla fikir çatışmaları yaratarak gerektiğinde doğru fikre varabilmek için başka tecrübelerden de yararlanmalıdır.
Diplomaside kendi ifadesiyle ‘sürekli müzakere’ düşüncesini savunan diğer katkı sağlayan isim ise Richelieu’dur. Bunun dışında Abraham De Wicquefort, Ernest Satow, Harold Nicolson, Hans Morgenthau gibi isimlerin de diplomasi teorisine katkıları büyüktür.
Diplomasinin Tarihsel Gelişimi
İlk Çağlarda Diplomasi
İlkel toplumlar zamanında çeşitli aşamalar kaydederek siyasallaşmışlar ve devleti oluşturmuşlardır. İlk aşamada göçebe yaşamdan yerli yaşama geçilerek topluluksal farklılıklar yaşanmıştır. Bu doğrultuda bazı devletler ekonomik etmenler ile bazıları mücadeleyi doğuran sebeplerden dolayı kurulmuşlardır. İnsanlık tarihi her dönemde iletişim kurma yoluna gitmiştir dolayısıyla da ilk ilişkiler insanlar arasında daha sonra kabileler aracılığıyla devam etmiştir. Avcı-toplayıcı toplumların avladıkları hayvanları diğer kabileler ile paylaşmalarının altında daha sonra bir gün kendileri yemek bulamazsa karşı kabileden istemesiyle karnını doyurması sebebinin yattığı düşüncesine varılabilir. Bunun altında da birçok etmen vardır. Fazla avlanılan hayvanın saklanma koşulu olmaması. Böylelikle karşı tarafın midesi adeta bir buzdolabı görevi görür. Tüm bu oluşumlardan sonra toplumların farklılaşması bir mücadeleye sürüklenmiştir. Göçebe hayat yaşayan kabilelerin, yerleşik hayattaki toplumlara saldırması, yiyecek ihtiyacını karşılamak istemesi gibi sebepler daha kapsamlı ilişkileri gerektirmiştir. Diplomasinin çıkışı da buna dayanmaktadır. Diplomasinin ortaya çıkışı da bu dönemlere dayanmaktadır. Antik Yunan’da site devletlerinin kurulması ile diplomasi daha da gelişmiştir.
Her ne kadar yerleşik bir hayat kurulsa da yerleşik bir sistem ilk çağlarda bulunmamıştır. O yüzden diplomatik ilişkiler de sürekli değildir. Tutulan kayıtların sınırlılığı bize bunu göstermektedir. Etkileşimler çok daha fazla olmuştur elbette. Çünkü farkında olmasalar da bir kuruluş sürecindedir insanlık. Şimdiler de bile bilmediğimiz bir işi yaparken ne kadar çok soru soruyorsak eski dönemlerde de o kadar etkileşim olmuştur. Deniz topluluğu olduğu ve bu gerekçeyle ticaretin de yaygın olduğu Akdeniz toplulukları etkileşimin ilk noktalarıdır. Daha sonra yine erken dönemde yerleşik hayata geçen Mezopotamya uygarlıklarında devam ettiğini görebiliriz. Yapılan ilk antlaşmalarda yer alan esaslardaki önceliğin toplumların güvenliğini sağlama çabası olduğu görülmektedir. Tarihin yapılan ilk antlaşması Kadeş Antlaşması’nda bu konu temel maddeler arasındadır.
Eski Yunan’da Diplomasi
Eski Yunan’da site devletlerinin gelişmesiyle beraber diplomasi daha sistematik hale gelmeye başlamıştır. Bunun oluşumuna birçok etken sebep gösterilebilir. Deniz topluluğu oluşları, kuruldukların yerin elverişsiz arazi şartlarına sahip olması gibi. Farklı site devletleri ticaret açısından da mecbur oldukları için burada diplomasinin daha sistematik işlediğini görebiliriz. Her toplumda, devlette olduğu gibi Antik Yunan’da da site devletleri birbirleriyle anlaşamadığı noktalar oluyordu. Fakat yine de aslında bugün onlar için demokrasinin beşiği diyebilmemizin bir sebebi de düzenledikleri olimpiyatlar ve festivaller. Peki bu Olimpiyat Oyunları neden bu kadar önemlidir? Antik Yunan’da tüm site şehirlerinden katılan sanatçı, zanaatkar, atletler ve daha birçok kültürel yeteneğe sahip kişilerin bir araya gelerek törenler yapılan bir uygulamaydı. Hem anlaşmazlıkları olan hem de bir araya gelen bir toplumdan söz ettik. Bu durumu önemli kılan kısım Olimpiyat dönemlerinde tüm halkın aynı noktaya güvenli bir şekilde seyahat etmesidir. Hiçbir savaş örneği yoktur bu konuda. Bu yüzden sözleşmeye uymak, insanların güvenle seyahati ve arkeolojik açıdan seçilen bölgede hiçbir güvenlik duvarının bulunmayışı bize demokrasiyi hatırlatmaktadır. Burada meclisin önemi de ön plana çıkmaktadır. Dönemin önemli ismi Thucydides Peloponnesian savaşı da dahil olmak üzere birçok olaya tanıklık etmiştir. Meclisteki özeni de elçilerin ne kadar özenle seçildiğini söyleyerek vurgulamıştır. Ve yapılan her şeyin halk önünde gerçekleşmesi bazı istatistiklere varmayı zorlaştırsa da çünkü halk önünde yapılan bir şeyin tekrardan yazıya dökülmesi gerekli görülmemiş olabilir, yine de Eski Yunan’ın diğer toplumlara kıyasla daha sistematik bir arşivi vardır.
Roma'da Diploması
Roma’da hukuk alanındaki gelişmeler diplomatik gelişmeleri gölgelemiştir hep. Uluslararası ilişkilere de bu hukukun yansıması etkili olmuştur. Askeri gücünün üstünlüğü, sorunları anında ve yerinde çözme stratejisine bağlı olarak diplomasiyi geliştirmeye gerek duymamışlardır. Eski Yunan’daki kadar ticarete önem vermemişlerdir bu da diplomasinin gelişmeme sebepleri arasında yer alabilir. Bir yandan da hakimiyet kurduğu bölgeler öylesine fazladır ki karşısına çıkanı önüne katıp kültürünü ve dilini o bölgelere empoze etmiştir. Ancak diplomatik verilerin, anlaşmaların saklanmasını sağlayan Fetiales Meclisi Roma hukukunu uluslararası düzeyde önemli hale getirmiştir. Meclisin yanında son söz yetkisi imparatora aitti. Diplomatların Senato tarafından seçilir ve atanırdı yabancı elçiler ise makul merasimlerle karşılanır ve ayrıcalıklar sağlanırdı. Yine de imparatorun çok özel görüşmelerini çevirmenler olmasına rağmen kendisinin kaleme aldığını kayıtlarda bulunmaktadır.
Bizans'ta Diplomasi
Roma’nın mirasçısı Bizans’ın diplomatik ilişkileri daha güçlüydü. Roma kadar güce sahip değildi fakat bunun sebebi etkin diplomasiyle politik şartların diplomasiyi kullanmaya zorunlu hale getirmesindendir. Bizans dış ilişkileri yürütmekle görevli bir şube kurmuştu. Yabancı ülkelerden gelen elçileri büyük, gösterişli salonlarda bekleterek, padişahın huzuruna çıktığında padişahin diğerlerinden daha yüksek bir yerde oturtulmasını sağlayarak, aslında var olmayan somut gücünü adeta efsaneleştirerek kendini göstermiştir ve başarılı da olmuştur. Bizans’ın diplomasiyi etkili kullanmasında bir diğer yöntem dinin gücünü kullanarak etrafına misyonerler göndermesiyle bu gücü propaganda haline getirmesi olmuştur. Ayrıca düşmanlarının kendi içlerinde anlaşmazlığa düşmesi Bizans’ı yine var olmayan maddi güçlerini zorlamasına gerek kalmıyordu. Böylelikle kendi derdine düşen devletler Bizans’la uğraşacak vakit bulamıyordu. Tüm bunların oluşumunda en büyük etki ise Barbarlar Bürosu’na bağlı bulunan logothete’ler vardı. Karşı taraf hakkında bilgi toplayarak, zaman kazandıracak kilit noktaları buluyorlardı. Bizans diplomasi etkinliğinin yanı sıra etik eleştiriler de almıştır.
Arap Dünyası’nda Diplomasi
İslamiyet’in yayılmasıyla ilişkileri hızla gelişen Arap Yarımadası Müslümanlığın tüm dünyaya yayılmasının barış getireceğini inanıyordu. Bu yüzden Dünya’yı ikiye ayırarak İslamiyet’in olduğu yerler (dar’ül İslam) ve olmadığı yerler (dar’ul harb) olarak bakıyordu. Savaş her an olabilirdi fakat ilişkilerin durulduğu dönemlerde diplomatik ilişkileri geliştirmek gerekiyordu. Böylelikle yabancı ülkelere gönderilen elçiler güvenli bir şekilde gidip geleceklerdi. Bu yüzden Arap Dünyası her zaman elçilerin dokunulmazlığını desteklemişlerdir. Bu güven kavramı etrafında hiçbir zaman sürekli ilişkiler ve mukim elçilikler yoluna gitmemiş, kendi ülkesine gelen elçilere de aynı muameleyi göstermiştir. Yine de gelen elçiler hoş bir merasimle karşılanır iyi görülürlerdi. Tek bir elçinin kapsamlı bilgiler edinemeyeceği düşünülerek en az üç elçi gönderilirdi ki farklı konularda daha ayrıntılı bilgiler toplayabilsinler. Dar’ül harp ile bu dönemde bilimsel, tıp, edebiyat gibi alanlarda etkileşimler bilinçli olarak geliştirilmeye çalışılmıştır.
Orta Çağ Dünyası ve Diplomasi
İlk yerleşim yerlerinin Doğu kesiminde olması sebebiyle hem yaşantının yerleşmesi hem de diplomasinin yerleşmesi daha uzun sürmüştür. Bu yüzdendir ki diplomatik ilişkilerin gelişmesi de daha uzun sürmüştür. Aidiyet kavramının henüz oluşmuş olmaması, Batı toplumlarıyla etkileşim fırsatlarının zorluğu, dışlanma gibi buna sebep olarak gösterilebilir. Hıristiyan birliğinin değişememiş oluşu Orta çağ diplomasisinin kilise etrafında gelişmesine sebep olmuştur. Ayrıca Papanın o dönem diplomasiye de katkıları olmuştur. İlk başlarda nuncius ve legate adı verilen kişilerin diplomatik ilişkilerde görevlendirilmesi daha sonradan yeterli gelmemeye başlamıştır ve Roma Hukuku’ndan esinlenerek tam yetkili elçiler yerlerini almıştır. Orta çağ Dünyası’nda İtalya ve Fransa’da da yaygınlaşan bu işlemden sonra Papa’nın arkasından Venedik bu konuda önemli adımlar atmıştır. Diplomatik raporları önemseyen Venedik bu konuda yüklü bir arşive sahiptir.
Rönesans Diplomasisi ve Mukim Büyükelçiliklerin Doğuşu
Modern diplomasinin temellerinin bu dönemde atılmasıyla birlikte birçok ülkede mukim elçilikler vuku bulmaya başlamıştır. Artık devletlerin tam bağımsız hale gelmeleri, gelişen dünyaya ayak uydurarak etkin bir hükümet sistemi oluşturmaları ile birbirlerini tanımak açısından yeni ilişkilerin kurulmasını gerekli kılmıştır. İspanya ile başlayan bu yöntemi Hollanda, Fransa, İngiltere izlemiştir. Bu sistem oluşsa da tam yerine oturması 16. Yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. Böylelikle şimdiye kadar gördüğümüz bilgi toplayan, rapor hazırlayan elçilerin artık tam zamanlı gittikleri yerde bulunduklarını görebiliyoruz.
Diplomasinin Kurumsallaşma Süreci
Her nesilde sorulan diplomatik ayrıcalıklar konusu birçok düşünür ve yazarın işlediği konular arasındadır ve çokça tartışılmıştır. İslam dünyasında özellikle belirttiğimiz ve Orta çağ diplomasisinde de gözümüze çarpan şey o zaman kadar diplomatik ayrıcalıkların dini, hukuki, pratik kaynaklara dayandığıdır. Yine Roma Hukuku’nun uluslararası alanda önem taşıması bu olayı aydınlatan noktalardan biridir. Eğer bir ülkede diplomatik huzursuzluk yaşanırsa elçinin gönderilen makama temsil edilmesi vb. işlemlerin uygulanması bu alanın pratiklerindendir. Yine yolculuk eden elçilerin can güvenliğini ve mal güvenliğini sağlamak dokunulmazlık ilkesinin başlıca sebebidir. Fakat elçinin bulunduğu ülkede hukuki bir suç işlemesi durumunda ülke hükümdarına bir takım yaptırım hakları veriyordu. Elçilerin bulunduğu ülkede kendi dininde ibadet edebilme özgürlüğü de 17. Yüzyılda geliştirilmiş bir yeniliktir.
Elçiler geldiği ülkelerde törenlerle karşılanır. Bu kimi zaman ülkenin güç, şöhret gösterisi olur kimi zaman da elçiye ve dolaylı olarak o ülkenin padişahına yönelik bir gösteridir. Skolastik düşüncenin kaybolması Rönesans ile elçilerin karşılanmasında dini törenler giderek daha eğlenceli şenlik havasında karşılamalara dönüştü. Tüm bunların yanında işlerin resmi bir yönü de bulunmaktadır. Gelen elçi niyetini arz ettiği konuşma yapar sarayda yetkili kurumlarla görüşürdü. Yani işin aslı çok boyutlu ve halkın gördüğünden daha ciddiydi. Bazen karşılamada yapılan törenler fırtına öncesi sessizlik niteliğinde bile olabilirdi. Mukim büyükelçiliklerin artması ile bir ülkeye varan birçok elçi olduğunda öncelik sırası sorunları da baş göstermeye başlamıştı. Bununla ilgili savaşların bile çıktığı yazılı kaynaklar da vardır. Daha sonradan bu durumu düzeltmek adına yuvarlak masalar, elçi sayısı kadar yapılan kapılar, ki elçiler odaya aynı anda girsin eşitsizlik olmasın, gibi çeşitli çözümler üretilmiştir. 17. ve 18. Yüzyılda Fransa’nın hem kültürel üstünlüğü hem daha etkin diplomasisi sebebiyle diplomasinin ana dili olmuştur. Fransızlar kendi dillerinin kullanılmasını hem idari hem de kültürel bir kolaylık olarak algılıyorlardı.
18. Yüzyıldan Birinci Dünya Savaşı’na
Kilisenin etkisini yitirdiği ve iktidarı sıkı bir şekilde devletin tuttuğu 18. Yüzyılda birtakım değişiklikler yaşanmıştır. Elçilerin yerleşik düzene geçmesiyle artık her birinin amacı hükümdarın çıkarlarını sağlayacak kararlar aldırtmak olmuştur. Egemen devletlerin iktidarın tek gücü olması diğer devletler üzerinde hakimiyet kurma ideolojisi bu zamanda gelişmekte olan bazı ülkeler vasıtasıyla ve biraz da zorla ortadan kaldırılarak elçilerin uluslararası alandaki neredeyse tek vasıta olmasına yol açmıştır. Böylelikle güçler dengesi sistemi doğmuştur. Artık ortak bir havuz içinde yer alan devletler birbirine yapacakları herhangi bir güç gösterisinin sonuçlarını bildiğinden kendi bulundukları bölgenin sağlamlığını daha çok oturtmaya çalışmışlardır. Gitgide bu durum iş birliği gerektirir hale gelmiştir. Bu durumun da en sağlıklı işleme yöntemi ilişkilerin iyi olduğu dönemde konferanslardı. Geçmişe bağlı uzun ve gereksiz konuların tartılması gibi birkaç soruna yol açsa da konferanslar ilişkilerin daha etkin bir şekilde yürütülmesini sağlıyordu. Daha sonra 17. Yüzyılda Richelieu’nun sürekli müzakere önerisi ile diplomasi başka bir evreye ulaştı. Böylelikle ilkinin Berlin’de kurulduğu bağımsız Dışişleri Bakanlığı mukim büyükleçileri artık sistemin vazgeçilmez bir unsuru haline getirmişti. Böylelikle artık güç Bakanlıkların eline geçerek Avrupa’da sistemleşen diplomasi dünyayı da etkisi altına almıştır. Elbette bu güç değişikliği bazen istisnai de olsa tarafların karşıtlığıyla da karşılaşmıştır. Bu duruma en büyük saldırı 1900 yılında gerçekleşen Boxer Ayaklanmasıdır.
Diplomasi 19. yüzyıla kadar genel olarak devletlerin ticaretleri etrafında gelişmiştir. Birçok savaşın sebebi de anlaşmaların maddelerinin de sebeplerinin ticaret olduğunu görmekteyiz. Hatta İngiltere için dış politika ile ticaret arasında hiçbir fark yoktu. Doğu Hindistan Kumpanyası devletlerin girdiği ticaret yarışında sömürgeleştirme haline gelerek bir süre sonra özelliğini yitirmiştir. Ticaret alanında faaliyet gösteren bir başka kurum da konsolosluklardır. İstihbarat ve askeri bilgi toplayan konsolosluklar olmasına rağmen sayıları azdır.
Fransız Devrimi’nin öğretiler ile halkı ön plana koymayan monarşiler halkın güçlü bir unsur olduğunun farkına vararak kamuoyu diplomasisini oluşturmuştur.
Osmanlı Diplomasisi
Osmanlı Devleti Avrupa’nın tüm gelişen etkilerine rağmen hala temkinli bir şekilde hareket ederek mukim büyükelçilikleri bu dönemde de göndermemekte kararlıdır. Bunun bir sebebi de İslamiyet’i kabul eden ve etmeyen devletler arasındaki ayrımın hala gözetiliyor olmasıdır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin bu zamana kadar savaşarak kazandığı yerleri asimile etmiş karşı devlet ile müzakereler söz konusu olmamıştır. Ülkeye gelen elçiler hala devam etmekteydi fakat ilişkilerin bozulduğu anda birçok yaptırımın da ortaya çıktığı su götürmez bir gerçekti. II. Mahmut’un hariciye nazırlığı kurması ile dışişleri farklı bir boyut almıştır. 18. Yüzyıl sonlarına doğru artık politika değişmiş ve mukim büyükelçilikler açılmaya başlanmıştır. Ve yine II. Mahmut’un Tercüme Odası kurması ile artık Avrupa’ya çok daha yaklaşılmış, gelişmeler benimsenmeye başlanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı ve “Yeni Diplomasi”
Birinci Dünya Savaşı ile çöken güçler dengesi sistemini Sanayi Devrimi izlemiştir. Silahlanmaların, teknolojinin artışı ile artık diplomasiye yepyeni bir alan eklenmiştir. Savaş döneminde ilişkilerin çoğu gizli yürütülmesine karşı hükümetlerin kamuoyu diplomasisinden vazgeçmeyerek halkı bu konuda bilgilendirmeye devam etmiştir. Savaş sonunda yıkılan devletlerin diplomasisi tam anlamıyla değişime uğramıştır.
Bu yıkımın ardından yaraların sarılmasına bir nebze yardım edecek İngiliz Başbakanı’nın ortaya attığı ulusların kendi kaderine kendi karar vermesi gibi pek çok unsur içeren Wilson İlkeleri ile gündeme gelmiştir. Birçok görüşmelerin ardından konferanslar Versailles Antlaşması’yla sona ermiştir. Böylece ilk kez Milletler Cemiyeti kavramı bu sözleşme ile artık ayrılmaz bir parça olarak somutlaştı.
İki Dünya Savaşı Arası Dönem ve Diplomasinin Yozlaştırılması
Milletler Cemiyeti’nin etkinliğini gösterememesi ve hala konferans yanlısı olan devlet adamlarının, yeni diplomasiyi eleştirmesi gitgide eskiye dönmeye çalışan bir diplomasi halini aldı. Ayrıca Hitler’in baş göstermesi ile Avrupa diplomasisini tamamen yok saymaları da dengeleri altüst etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı ve Diplomasi
Hiçbir barışın önleyemeyeceği savaş yine gelmişti 1939 yılında. Devletler hiç müzakereler yapmamış gibi yine en avantajlı tarafta olmayı seçmeye çalışıyor, Dünya yeni bir kaosa sürükleniyordu. Savaşın bitiminin ardından çok taraflı ilişkilerin geliştirilmesi öngörülmüş ve Birleşmiş Milletler yaratılmıştır. Böylece sistem çok daha geniş bir yelpazeye yayılmış oldu.
1918’den 1945’e kadar Türk Dış Politikası
Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle başlayan bu dönem rollerin değişildiği bir döneme geçisin eşiğidir aslında. Kazanan tarafta olsalar dahi sıkıntılar çeken devletler vardır bu dönemde. İngiltere, Fransa, İtalya büyük hayal kırıklıklarına uğramışlardır. Bu olaylar çerçevesinde İtalya’da faşist partiler kurulmuş, Rusya’da milliyetçi akımlar baş göstermiş, Almanya, Avusturya, Osmanlı, Avusturya-Macaristan gibi devletler yıkılmış, hukuken sona ermiş gibi gözükse de barıştan hiç söz edilmeyen maddeler taşıyan anlaşmalar imzalanmıştır. Tüm bunlar gelecekteki Büyük Buhran’ın dolayısıyla da İkinci Dünya Savaşı’nın önünü açsa da o anlık içinden çıkılacak en iyi durum olarak bu görülmektedir. Devletler kendi içinde çeşitli rejimlere gittiyse de halk bundan hoşnut değildir. Amerika gibi ülkeler ise devletlerarası barış yolu aramaya çalışmışsa da bir yandan Avrupa politikasından uzak durma ilkesini benimsemiştir. Savaş kimi devletler arası gizli anlaşmalar imzalanmış, Osmanlı Devleti bu anlaşmalar ile herkesin payına düşecek şekilde bölüşülmüştür.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Atatürk’ün izlediği dış politika aracı ile Millî Mücadele yılları başlamıştır. Ordular teşkilatlanmış, yeni bir dış politika belirlenmiş, ülke savaşa hazırlanmaya girişmiştir. Müttefik devletlerin Osmanlı’yı kendi içinde paylaşma haberleri hızla yayılmış halk içerisinde farklı görüşler ortaya atılmıştır. İngiltere mandasına girilmesi, ABD mandasına girilmesi gibi birçok görüş. Bu durumun ortaya çıkma sebebi elbet savaşı kaybeden tarafta bulunuyor olmaktır. Fakat Atatürk ışığında izlenecek yollarla gelecek zaferi kestiremeyen halkın bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Bunların ışığında Türkiye’nin birçok yerine giderek konferanslarda bulunmuş, konuşmalarında gayelerini belirtmiştir. Amasya Görüşmeleri, Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi bunların en önemlileridir. Ve bu görüşmelerde milli mücadelenin yöntemi, amacı gibi kilit unsurlar belirlenmiştir.
Misak-ı Milli ile yurdun sınırları çizilmiş geriye kalan tek şey harekete geçmek olmuştur. Ancak bu kararlar kısa sürede İtilaf Devletleri tarafından duyulmuş önce hükümet ve meclise baskı yaparak alınan kararların değiştirilmesini istemişlerdir. Ali Rıza Paşa ve ardından Salih Paşa’nın da baskılara dayanamayıp istifa etmesi üzerine işgalci güçler İstanbul’u resmen işgal ederek Mebusan Meclisi’ni dağıtmışlardır. Meclisi dağıtarak ulusal iradeyi hiçe sayan İtilaf Devletleri Mustafa Kemal’in görüşlerini haklı çıkartmış, artık devletin İstanbul’dan yönetilemeyeceği anlaşılmış, TBMM’nin açılışı bu vesile ile hızlanmıştır. Bu kararlar öncülüğünde 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi törenlerle açılmıştır.
İtilaf Devletlerinin Osmanlı topraklarını paylaşmada sorun yaşamaları, yapılacak barış antlaşmasının gecikmesine sebebiyet vermiştir. Ölü doğan Sevr Antlaşması ile durumu çözüme ulaştırmaya çalışan İtilaf Devletleri Osmanlı’yı ortak bir sömürü merkezi haline getirmiştir. Bu anlaşma ile Osmanlı Devleti son anlaşmasını imzalamış ancak hiçbir zaman Meclis tarafından onay görmediği için geçerli sayılmamıştır. Çok ağır maddeleri olan Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti’ni fiilen sona erdirmiştir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan Mondros Mütarekesiyle başlayan işgallere Osmanlı Hükümeti cevapsız kalmıştı. Bunun üzerine Türk halkı harekete geçerek Millî Mücadeleyi başlatmıştır.
Doğu Cephesi, Batı ve Güney cepheleri açılmıştır. Doğu Cephesi’nde Ermeniler ile savaş veren Türkler Gümrü Anlaşması ile zaferi kucaklamış, Güney Cephesi Ankara Antlaşması ile Fransız işgalinden kurtarılmıştır. Daha sonra düzenli ordular kurularak İsmet İnönü önderliğinde Sevr’i kabul ettirmeye çalışan güçlere karşı zaferler kazanılmıştır. Sakarya Zaferi’nin de ardından Büyük Taarruz için hazırlıklar yapıldı ve kazanılan zafer ile Kurtuluş Savaşı’nın askeri safhası tamamlanarak diplomatik evreye geçilmiş oldu.
Türk dış politikasının temellerinin belirlendiği 1923 yılının mart ayında yapılan Lozan Konferansı ile sınırlar, azınlıklar, kapitülasyonlar, tazminatlar, nüfus mübadelesi ve daha birçok konuda kararlar alınmıştır. Sevr’in aksine Lozan Antlaşması ile Misak-ı Milli çerçeveleri çizilmiştir. Mustafa Kemal Paşa hükümet bunalımının ortaya çıkmasına neden olan sorunlara çözüm bulmak için görüşmeler ve aldığı destekler sonucu Cumhuriyet’in ilanına karar vermiştir. 29 Ekim 1923’te coşkulu bir şekilde Cumhuriyet ilan edilmiştir.
Bu döneme kadar sınırlarının dışında kalmayan bir yöntem izleyen Türkiye ilerleyen süreçte doğulu devletlerin yanı sıra batılı devletler ile de ilişkilerini geliştirmiştir. Dostluk üzerine barışçı yollarla Lozan Antlaşması’ndan kalan bazı problemleri çözmeye çalışmıştır. Burada Atatürk dış politikaya bakışını “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözleri ile vurgulamıştır.
Anlaşmazlıklar Yunanistan ile baş göstermiş konuyu ise nüfus mübadelesi oluşturmuştur. Komisyonda alınan kararlara göre Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’daki Müslümanların değişim kararına ‘etabli’ durumunda olan yani İstanbul’a belirli bir süre önce yerleşmiş vatandaşlar dahil edilmemiştir. Yunanistan’ın İstanbul’da daha çok Rum bulundurma isteği üzerine ilişkiler iyice gerginleşmiştir. Rumlar yine de 30 Ekim 1918’e yakın gelenler olarak yerleşmiş kabul edilmemiştir. Son olarak Türkiye-Yunanistan arasında bir dostluk anlaşması imzalanarak olay büyük ölçüde çözüme kavuşturulmuştur. Bir diğer sorun İngilizler ile Musul sorunudur. Türkiye Lozan Konferans’ında halkının çoğunluğu Türk olan Musul’u Misk-ı Milli sınırları içine sokmuştur. Lozan’da bu görüş İngilizler tarafından kabul edilmediği için daha sonraya taraflar arası ikili görüşmeye bırakılmıştır. Türkiye’nin bu sorunu halletmek için ayağa kalktığı sırada ülke içinde Şeyh Sait Ayaklanması çıkmıştır. Bu isyanın yarattığı sıkıntılar nedeniyle Musul’a asker çıkartamamış ve 5 Haziran !926’da İngiltere ile Ankara Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Musul hakkında İtalya ile de sorun yaşayan Türkiye bunu düzelttiyse de uzun soluklu bir barış olmamış, İtalyan Faşist Rejimi’nin genişleme emelleri ilişkileri daha kötüye götürmüştür. Bir süre sonra tehdit haline gelmeye başlayan İtalya’ya karşı Türkiye Balkan Antantı’nın kurulmasına önayak olmuş ve Sadabad Paktı’da bu tehlikeye karşı oluşturulmuştur. Bunun dışında Fransa ile Hatay sorunu, İran ile sınır meseleleri devam etmiştir.
1932-1939 yılları arasında ilk başta belirlenen politika yine barışçıl yollarla devam ettirilmeye çalışılmıştır. 1929 yaşanan ekonomik buhran tüm ülkelerin ekonomilerini etkilemiş, işsizlik gibi sorunlar ortaya çıkmıştır. Türkiye bu dönemde savaşın ulusal politika olarak kullanılmasını yasaklayan Kellogg-Briand Paktını imzalamış ve Milletler Cemiyeti’nde anti-revizyonistlerin çoğunlukta olması bu cemiyete Türkiye’yi daha fazla yakınlaştırmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin gündemine oturan en önemli sorun Hatay sorunu olmuştur. Fransızlarla uzun süredir devam eden bu anlaşmazlık Ankara Antlaşması’nda ele alınmıştı. Verilen kararlardan sonra siyasi gerginlikler yaşayan Fransa Suriye’ye bağımsızlık vermiş ve Hatay Suriye sınırları içinde kalmıştır. Atatürk’ün “Kırk asırlık Türk yurdu yabancı ellere gidemez.” diyerek Fransa’ya nota vermiştir. Duruma Milletler Cemiyeti’nin el atmasıyla Hatay’ı iç işlerinde serbest dışişlerinde Suriye’ye bağlı resmi dili Türkçe olan bir karar almıştır. İlerleyen süreçte bağımsızlığını kazanmasının on ay kadar ardından Türkiye Cumhuriyeti’ne girmeyi iple çeken halk Meclis tarafından alınan kararla 30 Nisan 1939 tarihinde anavatana katılmıştır.
1939-1945 dönemleri arasında revizyonist ve anti-revizyonist ülkeler Türkiye’yi stratejik açıdan yanlarına çekmeye çalışmış ve en sonunda kutuplaşmaların olduğu Almaya ve Polonya arasında bir saldırı ile bu durum savaşa sürüklenmiştir. Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nın etkilerini hafızasında taze tutmuş ve savaşa katılmama konusundaki kararlılığını başarılı bir şekilde devam ettirmiştir. Türkiye’nin bu dönemde politikası toprak bütünlüğünü koruyarak, güçlü devletler arasında denge politikasını devam ettirerek savaş dışı kalmaktır.
1945-1980 arası dönemde Türkiye işgücünün önemli kısmını cephede tuttuğu için ekonomik yönden zarar gördüğü bir döneme girmiştir. ABD, İngiltere ve Sovyet Rusya arasında yapılan Yalta Konferansı ile yenilen devletlere uygulanacak yaptırımlar belirlenmiştir. Ayrıca bu dönemde Türkiye’de üretim düşmüş, temel ihtiyaçlar karşılanmak zorlanılmıştır. Diğer yandan Sovyetlerle gerilen ilişkiler karşısında ABD ile ilişkileri iyi tutmaya çalışmıştır. Buna karşılık olarak ekonomik zorluklar çeken Yunanistan ve Türkiye İngiltere tarafından desteklenmemiş, bu durumu gören Amerika, yine kendi çıkarlarına ters düşeceği için acil yardımlarda bulunmuştur. Bu yardımların kapsamını Marshall Planı oluşturmaktadır.
Türkiye’nin dışa alım-satımlarının durduğu bu dönemde Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC) kurulmuş Amerika Türkiye ve Yunanistan’a olan yardımlarını somutlaştırmıştır. ABD ve Sovyet Rusya bloğu olarak ayrılan Dünya düzeninde ABD her daim Türkiye’yi yanında tutarak Sovyet yayılmacılığını önlemeye çalışmıştır. Türkiye’nin jeopolitik konumu ve diplomatik etkileşimler bu iletişimi ve yardımları canlı tutan sebeplerdir. Alınan önlemler arasında NATO olarak bilinen North Atlantic Treaty Organization- Kuzey Atlantik İttifakı 1949 yılında kurulmuştur. Türkiye birçok yardım almışsa da ittifak bloğunda adı geçmeyen hayalet bir unsur olarak kalmıştır. Bunu aşabilmek için ise Batılı devletlerle yakın ilişkiler kurmayı o dönemde diplomatik politika olarak belirlemiş ve bunun karşılığını 1951’de NATO’ya üyeliğinin kabul edilmesi ile taçlandırmıştır. Alınmasında önem bir etken de Kore Savaşı’nda gösterdiği üstün başarılar gösterilebilir. İlerleyen dönemlerde ise Barış Gönüllüleri çerçevesinde ABD ile imzalanan barış antlaşması ile Türkiye birçok Amerikalı gönüllüyü kültürel etkileşimi artırmak için ağırlamıştır. NATO’ya girildikten sonra Türk dış politikası Amerikan perspektifinden olayları incelemiştir bu yüzden de Atatürk döneminde izlenilen çok yönlü politika terk edilmiştir.
1958 yılında Kıbrıs’ta Rum terörünün şiddetlenmesi Türk-Yunan ilişkilerini gerginleştirmiştir: Bu olay Sovyetlere karşı tehdit varsayılacağından ABD arada tampon görevi görmüş ve iki tarafı müzakerelere yönlendirmiştir. Sonuç olarak 1959’da Zürich ve Londra Antlaşmaları ile bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına karar verilmiştir.